29 Haziran 2014 Pazar
GAZETECİLİK NEDEN GÜZEL MESLEKTİR?
Gazetecilik neden güzeldir, bilir misiniz?
Gazetecilik; “yerin dibi” İle “gökyüzünün bulutları” arasındaki mesafeyi size en kısa zamanda aldıran meslektir. Yaptığınız mesleğin adı gazetecilikse, “yok-yok” diye bi şey yoktur; “olmaz-olmaz” diye bi şey yoktur.
“Ne işim var benim burada?” deyip, 2 kere kaçmışlığım var şu Facebook’tan...
Bu 3.ye dönüşüm...
Bu dönüşüm hakkında en net bildiğim şey, Facebook’a bu sefer “eğlenmeye” geldiğim...
Ben bu kafa, bu ruh halinde dönmüşken, bakıyorum bi taraftan Cengiz (Tokgöz) abi yazıyor, diğer taraftan Sedat (Yılmaz) abi.
Facebook ve twitter’ı çok aktif kullanan bu iki kişinin ekranıma düşen her satırını görünce, benim aklıma çok güzel bir hikayem geliyor. Madem eğlenmeye geldim, ben o hikayeyi “eğlenerek” yazıyorum, umarım siz de “eğlenerek” okursunuz.
Askerliğimi İzmir’de yaptım ben…8 ay kısa dönemdi ama; Tansu Çiller’den 1 aylık “seçim kıyağı” alınca 7 ay yaptım. Bornova’da başladım, Gaziemir’de bitirdim.
İzmir’e gidince, önce Yeni Asır’la iç içe bulunan Sabah Gazetesi bürosuna gittim. Demin sözünü ettiğim Sedat abiyi asıl o günlerde tanıdım. Sevimli, sempatik, fırlama ve zıpır bi adamdı. Abartmak gibi olmasın ama; hava olarak da “İzmir valisi” gibiydi, yani öyle geniş çevresi vardı.
Askerliğin acemilik kısmı, biz ne olduğunu anlayana kadar çabucak bitti. 21 gün mü, 28 gün mü ne sürmüştü. Asıl askerlik, Gaziemir kısmındaydı.
Gaziemir ulaştırmanın merkezi… Elin şapkandan inmiyor, sürekli tetikteydik. Bi de ben; 28 yaşımda, evde biri 2 yaşında, biri 8 aylık 2 bebek bırakmıştım. Çok güzel de olsa; “Ben bu İzmir’de fazladan bi gün kalmam” diyordum. Cezasız-mezasız bitirip, bi an önce gene gazeteciliğe dönme derdindeydim.
Usta birliğine giderken, sabahın köründe yola çıktığım Vize’de öyle pis bi soğuk ve kar vardı ki, (rahmetli) kayınpederim bana kapıyı şöyle bi aralayarak bakabilmişti. Benim bindiğim otobüsten sonra zaten otobüsler de çalışmamış! Dedim ya, bir gün geç kalmadan ben bu askerliği bitirmeye ant içmiştim.
Neyse… Usta asker olarak Gaziemir’e geldik. Ben 3. bölüğe düştüm. Kısa dönemiz ya; “Mehmetbey”iz ya; bi gün bölük komutanı 6 kısa dönemi yanına, tanışmaya çağırdı.
Adı lazım değil; bizim bölük komutanının “deli” olduğu yolunda söylentiler vardı, dönem arkadaşını fırına mı atmaya kalkmış n'aapmış; öyle biri.
Tek tek sordu; “Sen necisin” diye.
Bana gelince “Gazeteciyim komutanım” dedim... Ben de “tık” diye takılı kaldı. Gazeteci olacaksın, spor muhabiri olacaksın, bütün gün Galatasaray, Fener, Beşiktaş’ın içinde olacaksın, ilgi çekmez misin?
Bi de benim Ankaralı bi gazeteci abim, bizim “deli olduğu söyleenen” komutanın tanıdığı değil miymiş? Çocukken birlikte top oynarlarmış; bizimki en küçükleri diye onu kaleye geçirirmiş…
O muhabbet sırasında ben fark ettim ki, ben bizim komutanın gözünde “bambaşka” bir adam olmuştum. Onu “çocukluğuna” götürmüştüm. Daha o gece, onun “1 numaralı adamı” olmuştum!
Günler günleri kovalar, biz Gaziemir’e ısınmaya başlarken, kısa dönemlerin “evci” çıkabilecekleri söylendi. Söylendi ama, askersin… Bu evci işleri için, takip etmen gereken bi sürü şey var. İşte tam o sırada, demin “İzmir valisi gibi adamdı” gibi dediğim Sedat Yılmaz’ı aradım. O da sağ olsun; işlerimi yıldırım hızıyla halletti. Ben o günden sonra, adeta bir asteğmen gibi Cuma içtimadan sonra çıkıp, iki gün evimde kalıyor ve Pazar akşama doğru birliğe dönüyordum.
Bi gün, bölük komutanı yüzbaşım odasına çağırdı. Yanında astsubay ve uzman çavuşlar da vardı.
Bana:
“Gasteciii… Uzman çavuşlarımızdan birinin düğünü var. Biliyorsun, biz burada bir aileyiz. Düğünün fotoğrafları çekilmesi lazım... Sen bu işi halleder misin?” dedi.
“Hallederim komutanım. Ama makinalarım İstanbul’da” diye cevapladım
“İstanbul” deyince tadı kaçtı. Ama ben de makina bahanesiyle İstanbul’a gidebileceğimi, bi kaç gün kafa izni alabileceğimi gördüm. Çocukları da çok fena özlemiştim.
O andan itibaren bizim iş, adeta "pazarlığa" döndü. Ben komutan caymasın diye uğraşıyordum. Ama o da sorumluluk altına girmek istemiyordu. 28 yaşın ağırlığını düşününce, “aslan gibi” gidip “paşa paşa” döneceğime inanarak, bana gerekli izni yazdı.
İstanbul’un moraliyle makinaları alarak tekrar İzmir’e döndüm. O hafta sonu, o Cuma günü, hep beraber düğüne gittik. Neresi olduğunu kesin hatırlayamıyorum; ama İzmir’in Gaziemir yönünde, epey uzak bi ilçesine gittik. Düğün bittikten sonra da topluca dönüşe geçtik.
Şimdi nedenini hatırlayamıyorum, benim evimin anahtarları o gün Sedat abideydi. Yani düğünden sonra, gecenin bi vakti İzmir’e gireceğiz. O saatten sonra Sedat abiyi ara ki bulasın. Arabayla dönerken, kara kara nerede kalacağımı düşünüyordum!
Arabada da 2 tane astsubay var; yaşları benden küçük! Zaten fazla kalmıyoruz ya, astsubaylarla kısa dönemler genelde “arkadaş gibi” olurlar. Öyle çok sıkı-fıkı olunmasa da, aralar iyidir. Bizim otobüs İzmir’e girerken, ben iniş hazırlıklarına başladım. Yürüyerek 20 dakikada Kordon’da olabileceğim bi köprü altı var, orada indim. Tam inerken, aynı evde kalan iki astsubay; “Gel istersen biz de kal” dediler. Kabul etmeyip, indim.
Otobüs uzaklaşırken ben Kordon yönüne adım attım; ve “zınk” diye kaldım. İkinci adımı atamadım!
Sanki o gece; "gidecek bir evim olmadığı gerçeğiyle" ilk defa o adımla yüzleştim!
“Gidiyorum da, ben şimdi nereye gidiyorum” diye düşünmeye başladım.
O saatte İzmir, hiç İstanbul gibi değildi.
Otobüsten indiğim yerde in-cin top oynuyordu!
Ben askerdeyken Yeni Yüzyıl’da çalışıyordum. Sözleşme gereği, askerliğim süresince gazetemden “yarım maaş” aldım. Ama Yeni Yüzyıl’a öyle sağlam maaşa transfer yapmıştım ki, aldığım yarım maaşla İstanbul’da boşaltmadığım evimin kirasını ödüyor, Vize’de annelerinin yanında kalan eşime ve çocuklara para yolluyor, bir de askerde kendime bakıyordum. Yani askerdeyken, adeta 3 ev geçindiriyordum!
O otobüsten indiğim anda, (belki İstanbul’a gidiş-dönüşte fazla masraf yaptığımdan olacak,) cebimde iyi para olmadığını düşündüm. Basmane’deki “bitli otellerde” kalmaya yetecek kadar param var ama; acemiyken kaldığım bi otelden sonra orada kalmaya tövbe etmiştim!
Her adımla İzmir’e yaklaşıyordum. Ama her adım atışımda kendi kendime; “Nereye gidiyorum ya ben?” diye soruyordum!
“Gerekirse sabahlara kadar Kordon’u arşınlarım, belki bankta yatarım” diye düşünüyordum.
Attığım her adımda;
İzmir büyüdü; ben küçüldüm...
İzmir büyüdü; ben küçüldüm…
Gecenin en az 2’siydi. "Ağır ve nereye gittiğini bilmeyen adımlarla" gelmiş; artık Kordon’a çok yaklaşmıştım.
Yorgun argın bi banka iliştim.
O saatte evinde olmayan bir insan için en zor şey, zaman geçirmektir. Saatin saniyeleri sana yürümek bilmez!
O anda yerde olan başımı şöyle bi kaldırayım dedim.... Karşımda "dev ötesi" bir bina belirdi!
Kafamı kaldırıyorum, bina bitmiyor…
Kafamı kaldırıyorum, binanın sonu gelmiyor!
Oturduğum yerden öyle bakınca, (İzmir’in en büyük binası) Hilton Oteli, gözüme olduğundan büyük geldi. Hilton ışıl ışıldı. Gaziemir’deki baraka koğuşumuzdan sonra ve en önemlisi o yorgunluktan sonra “Hilton’un bembeyaz çarşaflı odalarında uyumak ne güzel olurdu” diye düşündüm.
Silkindim... Kendi kendime; “Saçmalama lan” dedim...
“Cebindeki para Basmane’nin bitli otellerinde kalmaya yetmiyor, şimdi HİLTON’DA KALMANIN HAYALLERİNİ KURUYORSUN” diye düşündüm.
“Yürü kendine yatacak bir bank bul!” diye söylendim.
Hilton’un karşısında olup; o çaresizliği yaşamak moralimi daha da bozmuştu. Oradan uzaklaşmak istedim. Uzaklaşırken bir kez daha Hilton’a baktım.
Hilton büyüdüüüüü; ben küçüldüm.
Hilton devleşti, ben “yerin dibine” girdim!
Banktan kalkıp Kordon’a yürümeye kalkınca, 3-5 adım atmıştım. Aynı otobüsten indiğimdeki gibi bi şey oldu; ben “zınk” diye yerimde kaldım!
O anda içimden…
“Eser Erenler” dedim!
Eser, İstanbul’dan çok sevdiğim foto muhabiri bir kardeşimdi. Sanırım bölüğe bi şey almaya çıkmıştım ve İzmir sokaklarında Eser’i görmüştüm.
“Streetball’a geldik abi” demişti. İstanbul’dan, ordan burdan konuşmuş; sonra ben birliğe, o oteline ayrılmıştık.
“Buradalar mı hala acaba?” diye düşündüm. Cep telefonundan Eser’i çevirdim.
“Aradığınız numaraya ulaşılamıyor” diyordu bant kaydındaki kadın sesi.
Aklımda o anda “şimşek gibi” Cengiz abinin yüzü belirdi! (Yazıya girerken bahsettiğim) Cengiz Tokgöz’le yeni Yüzyıl Gazetesi’nde birlikte çalışıyorduk. Streetball, voleybol; o sporlara en çok o gidiyordu. Bir de onu denemek geçti içimden.
Telefon çaldı... “Uyanık mı”, “Açacak mı acaba? Sessize almamıştır inşallah” diye düşünürken, o ince ve güzel sesiyle “Aloooo” dedi Cengiz abi!
“Engin ben, Cengiz abi… Nerdesin?” dedim.
“Hilton’dayım yeğenim” diye cevap verdi.
“Abi, o otel hakkında ne hayallerim (!) var biliyor musun? Kapıyı aç! 2 dakika sonra yanındayım!” dedim.
İki dakika sonra Hilton’daydım!
Daha 5 dakika önce Basmane’nin bitli oteli bile hayalken, şimdi İzmir’in en büyük, en lüks otelindeydim!
Epey yukarıki katlardaydı Cengiz abinin odası… Önce onunla sarıldık, onun şaşkın bakışları eşliğinde cam kenarına yürüdüm.
İzmir; "ayaklarımın altında", ışıl ışıldı!
Daha demin, ben İzmir’in içinde, Hilton’un karşısında kendimi bir “toplu iğne başı kadar” küçülmüş hissediyordum.
Şimdi ben, İzmir’e “tepeden” bakıyordum!
İçimden de “ukala ukala” laf sokuyordum.
“N’ooldu İzmir (hanım)efendi. Morardın mı? Rakibin gazeteciyse, adamı iki dakikada böyle ayaklar altına alırlar!” diyordum.
Gazeteci dediğin adam; sahiden "düştüğü dardan çıkabilen" adamdır!
Gazeteci dediğin adam;
Kendini “yerin dibinde” hissediyorken…
Anında “bulutların tepesine” çıkarabilen adamdır!
Gazetecilik...
Yeryüzünde bunu mümkün kılan tek meslektir!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder