Ne mutlu bana ki; o dönemlere, o insanlara şahit oldum.
O insanlarla birlikte çalışma şerefine nail oldum.
Onun için de içimden geldikçe yazdım.
Çünkü bu adamların geçmişini biliyordum.
Ahmet Çakar Beyaz tv’de Şansal Büyüka’ya bile ateş etmeye
başlayınca tam 4 tane yazı yazdım.
Aslında yazı 1 tane idi. Ama dönem yazısını öyle kısa
twitter cümleleriyle anlatamıyorsunuz.
O yüzden de “Allah ne verdiyse” yazdım. Millet sıkılmasın
diye de 4’e böldüm.
Geçenlerde (ligler ve seçimler biter bitmez):
“Bana biraz müsaade... Hem yoruldum, hem sıkıldım. Biraz
nefeslenelim; sonra kaldığımız yerden devam ederiz” dedim.
Ama dinlenmek ne mümkün... Gündemden uzak kalmak ne
mümkün...
Ben uzak kalsam da; sağolsun dostlar, paylaştıklarıyla:
“Bak sana röveşatalık bir orta... Takıver 90’a!” diyorlar.
Yazıyı paylaşan sevgili abim Cem Dalmaz...
Haberdar olmam onun
vasıtasıyla...
Ama yazıyı asıl kaleme alan Sedat Kaya...
İzmirli Sedat Kaya...
Sedat Kaya (seneler önce) Fotospor’da benim de müdürlüğümü
yapmıştır. Kısa bir süre öncesine kadar kendisini sever, sayar(d)ım.
(...dım) kısmına girerek konuyu dağıtmak istemem. O yüzden
ne siz sorun, ne ben anlatmak zorunda kalayım.
Sedat Kaya; o yazıda, (yıllarca birlikte çalıştıkları)
Şansal abiyi anlatmış.
Şansal abi zaten bildiğim bir gazeteci... Ama onların benden
daha uzun ve daha yakın mesaileri olmuştur. Yani konu Şansal Büyüka ise, Sedat
Kaya “bir bilen”dir!
Açıkçası o yazıda “bilmediğim bir şey” aradım. Ama ne yalan
söyleyeyim; o yazıda benim bilmediğim tek bir Şansal Büyüka detayı yoktu.
Sadece şu kısmı beni ilgilendirdi.
Diyor ki Sedat Kaya:
“Şansal Büyüka ‘ÖNCE İŞ SONRA EŞ’ derdi.
Evet; abartısız, adam bildiğiniz İŞKOLİK idi.”
İşkoliği geçelim;
Çünkü o tabir Şansal abi için hafif kalır.
Şansal Büyüka o yıllarda “harbi” gazeteci idi!
Harbi gazeteci olan biri de “mecburen” işkolik olur zaten!
Bakın şimdi size bir hikaye anlatayım da...
“O günün harbi gazetecileri” bugün ne hallerde; siz de iyi
görün!
Çoğunuz bilmez... O yıllarda Sabah gazetesi çok popüler... “Büyük
Gazete” Hürriyet’ten çok sağlam tiraj çalıyorlar...
Hürriyet’çiler de ne yapıyor?
“Gazete” adında Sabah çizgisinde bir gazete çıkartıyor. İşte
ben o Gazete gazetesinde çalışıyorum. Müdürüm de Onur Belge...
Bu Gazete’deki ekip bi garip...
Hürriyet’te istenmeyen ne kadar adam varsa orada!
Kim bilir; belki de 1 taşla 2 kuş vurulmak isteniyor...
Hem o adamlarla Sabah denen belaya meydan okunuyor;
Hem de...
Tutmazsa;
“Yahu siz zaten kötü gazetecisiniz. Sizden ne köy olur, ne
kasaba” diyerek alayına sepet havası!
Benim için durum farklı...
Çünkü ben daha yolun başındayım!
Daha 4 yıllık okulumun 2. senesindeyim ama... Meslekten
nasıl ekmek kaparım; onun kovalamacasındayım.
25 yıllık meslek hayatımda “tek 1 kişiden” iş istedim; o da
Rıdvan Yelekçi’dir!
Ben Bulvar’da 8 aylık muhabirim... Ama oranın bana uygun yer
olmadığını anlayınca, (o günlerde prova baskısı yapılan Gazete’ye giderek)
Rıdvan abiye;
“Beni buraya alır mısınız?” diyorum.
(Nur içinde yatsın) Rıdvan abi de:
“Alırım evladım...” diyor!
Nitekim ben Bulvar’ı bırakarak Gazete’ye başlıyorum...
Başlıyorum ama...
Daha ilk sabah bakıyorum ki;
Servisin müdürlük koltuğuna soğuk nevalenin birini
koymuşlar!
“Ulan kim bu?”
Öğrendim ki; adı Onur Belge imiş!
Benim onu gözüm tutmadığı gibi; onun da beni gözü tutmamış!
Bunu elbette ilerleyen yıllarda öğreniyoruz ama... Aslında
ikimiz de birbirimizi yanlış tanıyormuşuz! Çünkü aradan zaman geçtikçe o beni,
ben onu daha iyi anlamaya başlayacaktık.
Şimdi...
Bana “o lafı” kim derse desin; mutlaka bozulurum...
Ama kim ki;
“Engin Biçer’i ben yetiştirdim” derse;
Bozulmayacağım:
“Evet; adam haklı... Beni gazeteci yapan adam odur”
diyeceğim “tek adam” Onur Belge’dir!
Nasıl bir adamdan bahsettiğimi sanırım daha iyi
anlatabildim.
İşte Onur Belge’li o Gazete’nin spor servisinde yavaş yavaş
işe ısınır olmuştum.
“Yavaş yavaş” dediğime bakmayın; nasıl bir tempoda
çalışıyoruz; inanamazsınız!
Hem çok koşuyoruz... Ama yaptığımız işten de acayip keyif
alıyoruz!
Ben o Gazete’nin; (filmlerde gördüğünüz gibilerinden) bir
“tetikçisi” olmuştum. Aldığım yeni makinamla, onlar beni nereye gönderirse
oraya koşturuyordum.
Aksini kimse iddia edemez!
Türk futbol tarihinin en önemli dönüm noktası Galatasaray’ın
ilk maçta 3-0 yenildiği İsviçre’nin Neuchatel Xamax takımını İstanbul’da 5-0 yenerek
elemesidir.
Ulan hiç olacak şey mi?
Kıçı kırık bir Türk takımı; (UEFA’yı evinde barındıran)
İsviçre’nin bir takımını bu kadar rezil ederek eleyebilir mi?
O kadar zorlarına gitmişti ki;
UEFA’cılar çıktı:
“Bu sayılmaz! Bu maç tekrar olacak!”
İşte o gün; Galatasaraylısı, Fenerlisi, Beşiktaşlısı herkes
“tek yürek” oldu.
Alman bir avukat bulundu; Galatasaray’ın yenmeye çalışılan
hakkı nasıl geri alınır; bunun kavgası verilir oldu.
O günleri size anlatamam... Siyaset-miyaset bi kenardaydı;
varsa yoksa herkes için birinci öncelik o davaydı.
İşte o günlerde, (haberi takip etmek üzere) Alp Yalman’ın Gayrettepe’deki
Tatko isimli binasındayız.
Bugün o binanın yerinde Astoria adında bir avm var... Ama o yıllarda hepimizin uğrak yeri orasıydı.
1: Beyoğlu Hasnun Galip, 2: Alp Yalman’ın Tatko isimli iş
yeri tüm Galatasaray muhabirlerinin mutlaka gittiği bir yerdi.
Hayatımın hiç bir döneminde, gittiğim hiç bir işi “kıçımla”
takip etmedim. Ama bu iş zaten çok önemli bir mevzu... 1- Galatasaraylıyım ve
konuyu zaten çok önemsiyorum; 2- Tüm Türkiye bizim bulunduğumuz bu mekandan
çıkacak bir habere odaklanmış.
Haliyle; tam diken üstündeyiz...
İşte o arada toplantı odasından Alp Yalman mııı, Faruk Süren
ya da Özhan Canaydın mı, tam net hatırlamıyorum; bir Galatasaray yöneticisi
çıktı.
Bize çok önemli bir haber verecek gibiydi.
Verdi de; hem de ne büyük bir haber, inanamazsınız!
O günler için yeri yerinden oynatacak bir haber!
Diyordu ki o yönetici:
“Maçın hakemi Galatasaray’dan yana şahitlik yapacak!”
Nassı yani?
Maçı zaten oralara getiren hakemlerin olaylarla ilgili
verdikleri abartılı raporlar değil miydi?
Ancak bu hakemler ülkelerine dönünce ne olmuş?
Sadece Türkiye’deki Türkler değil, Avrupa’daki Türkler de
ayaklanmış!
Öfkesine hakim olamayan gurbetçi doooğru hakemin evinin
etrafına gidiyor...
Bi gün, iki gün derken, “geçer-biter” diyorlar ama...
Hakemlere tepki dinmiyor!
E can tatlı tabi!
Hakemler ufak ufak korkmaya başlıyor!
Bi de işin diğer tarafında hakemin vicdanına sığmayan bir
durum var.
Orta hakem diyor ki:
“Yahu arkadaş! Tamam... Her maçta olan olaylar kadar bu
maçta da olay oldu... Ve biz de bunu raporumuza yazdık. Ama inanın benim
yazdığım rapor bu maçın İPTALİNİ isteyecek kadar ağır değildi. O yüzden de
olanı-biteni güzel güzel anlatmak istiyorum!”
Offf; habere bakar mısınız?
Tüm Türkiye’nin beklediği davada maçın hakemi
Galatasaray’dan yana şahitlik edecekti!
Yani davanın seyri İsviçre’den Türkiye’ye, yani
Galatasaray’a doğru dönecekti!
Yöneticinin konuşması bitse de, gazeteye dönüp bu bomba
haberi yazdırsak diye sabırsızlanıyorduk.
Ancaaak...
Yönetici demesin mi?:
“Yalnız sizden ricam... Bu haberi yazmamalısınız?”
Ulan nasıl?
Böyle bir haber yazılmaz mı?
Yazılmayacaksa o zaman bize niye söylüyorsunuz?
O hayal kırıklığı içinde oradaki arkadaşlarla ayaküstü bir
toplantı yaptık.
Galatasaraylı yönetici;
“Bu Türkiye’nin meselesi... Bir milli dava... O
yüzden siz de bize anlayışlı olun. Bilin... Ama yazmayın!” diyordu.
İşte o ayaküstü toplantıda kendimizce habere “ambargo”
koymuştuk.
Koymuştuk ama...
Biz kimdik ki?
Biz kıçı kırık muhabirlerdik!
Bunun bir de gazete kısmı vardı.
Bakalım onlar bu duruma ne tepki koyacaklardı?
Tatko’da onlardan kim vardı çok net hatırlamıyorum ama...
Milliyet’in o günkü Galatasaray muhabiri Halil Özer’di.
Bugün Habertürk’ün Spor Müdürü olan Halil Özer...
(Bütün Galatasaray yöneticileri) daha o günlerde Halil
abinin “sıkı Fenerli” olduğunu bilirdi. Ama onun sıkı Fenerli olması
Galatasaray muhabirliği yapmasına engel değildi. Çünkü onun başında (çok iyi
Galatasaraylı) Ferhan Tezcan, onun da başında Babı Ali’nin en iyi spor müdürü
Şansal Büyüka vardı. O da Fenerliydi... Ama o yıllarda (muhabir için, gazeteci
için) tuttuğun takımın borazanlığını yapmak “ayıp bir şey” idi!
Neyse...
Kös kös gazeteye döndük ve müdürüm Onur Belge’ye Tatko’da ne
konuşulduğunu bir bir anlattım.
“Haber bu” dedim...
Ve ekledim:
“Ama yazmayacaksınız dediler!”
Deyince ben rahatladım!
Niye?
Bulvar’da 8 ayım geçmiş; Gazete’de de 1 sene olmuş mudur,
bilmiyorum. Yani daha gazeteciliğin raconu nedir, bilmiyorum. Filmin bundan sonrasında ne olacak; tahmin bile edemiyorum!
Gün içinde serviste hep Onur abiyi izledim. Yük artık onun
omuzlarındaydı. O günkü telefon trafiği diğer günlerden kat be kat fazlaydı.
Kiminle ne görüşüyordu; bilmiyorum... Ama Onur abi vakti geldiğinde
oflaya-puflaya:
“Haberi koymuyoruz arkadaşlar!” dedi.
Demin dedim ya...
Beni yetiştirdiğini Onur abi söylerse ona tek laf etmem!
Çünkü Onur abi çok düzgün bir adamdı.
Haaa; beni yetiştirdi de ne yaptı?
Torna makinasına mı soktu?
Sağımdan solumdan biraz kırpıp beni kıvama mı getirdi?
Hayır... Elbette değil...
Biz Onur abinin bu gibi durumlarda ne yaptığına baka baka
“onun gibi” olduk!
Onur abinin dili o anda “Haberi sayfaya koymuyoruz
arkadaşlar” diyordu ama...
Gece yattığında o da sabaha kadar uyuyamayacağını biliyordu!
Çünkü “mesleğe ihanet ettiğini” o da çok iyi biliyordu!
Neyse...
Ertesi gün oldu... Biz rahatız!
Çünkü verdiğimiz sözde durduk!
Ama merakla diğer gazetelere de bakıyorduk!
Elimize hemen Milliyet’i aldık; Şansal Büyüka’nın
Milliyet’ini...
“Oh be” dedik...
“Milliyet de haberi kullanmamış! Onlar da sözünde durmuş!”
“Onlar kullanmadıysa kimse kullanmaz” diye düşünüyorduk.
Doğru...
Milliyet Spor’da o haberle alakalı tek satır yoktu...
Ama gazeteyi bir çevirdik...
O HABER MİLLİYET’İN 1. SAYFASINDAN VERİLMİŞTİ!
Ben gazeteciliğe “okulundan” yetiştim.
Yani elim ve dilim felsefe yapmayı bilir, tartışmayı da
severim.
Sabaha kadar bu konuyu tartışabiliriz.
Kimi der ki;
“Salaklık etmişsiniz. O haber kullanılmaz mı?”
O adama hak veririm!
Ama başka biri de der ki;
“Siz doğru olanı yapmışsınız. Söz verip de tutamayan
kaypaklar düşünsün!”
Ona da hak veririm ama...
Bunu yaptılar diye Şansal Büyüka ve muhabiri Halil Özer’e
ASLA VE ASLA “Kaypaklık ettiler. Yaptıkları adamlığı sığmaz” demem!
Çünkü adam gazeteci!
Çünkü adam “habercilik” yapmış.
“Habercilik yaptı diye de” hiç bir
gazeteciye kızamazsınız!
Aradan kaç yıl geçmiş?
Hemen hemen 30 yıl!
Peki o 30 yıl; “bu kadar gazeteci, bu kadar haberkolik”
Şansal Büyüka ve ekibini nerelere savurmuş?
Bu “harbi gazeteci” ekipte İslam Çupi de vardı.
İslam abinin Milliyet spor yazarı olmasına rağmen nasıl
tarafsız (!) “Fenerbahçe güzellemeleri” yaptığını bilirsiniz.
O zamanlar ipler Fener’in elinde ya...
O yüzden olsa gerek; Fenerbahçe’yi göklere çıkarmak serbest!
O da Allah ne verdiyse olaya girmiş:
“Fenerbahçe olmazsa güneş bile doğmaz!” mealinde şeyler
çiziktirmiş!
Sedat Kaya o yazısında Şansal Büyüka’nın bir takıma torpil
ve iltimas geçeceğine ihtimal dahi vermemiş!
Peki güzel de...
Aynı Şansal Büyüka;
Şu 3 Temmuz 2011’den bu yana “şike yaptığı” alenen
belgelenmiş, mahkemelerle “tescillenmiş” Fenerbahçe’nin (ve daha da önemlisi
Aziz Yıldırım hakkında) ALEYHTE ne yazmış; ne sözler sarf etmiş?
Şansal abi, Aziz Yıldırım’ın olduğu bir ortamda bir daha
asla ve asla gerçek bir spor barışı olmayacağını bilmez mi?
Takımı şike yapmış Yıldırım Demirören’den “adalet dağıtacak
bir TFF Başkanı” olmayacağını bilmez mi?
Hadi hepsini yok sayalım!
Yahu arkadaş... Bunca mahkeme neden yapıldı?
Hadi seninkiler burada tiyatro oynadı... Peki UEFA ve CAS
gibi kurumlar bile “şike” dedikten sonra Şansal Büyüka o kupaların o müzelerde
durmaması gerektiğini bilmez mi?
“Harbi gazeteci” Şansal Büyüka bu konuda televizyonda ne
demiş; gazetede ne yazmış?
Bunların hepsi Şansal Büyüka’nın gözleri önünde olmadı mı?
Ama onun için de artık aslolan adalet değil; Digitürk’ün maç
yayınlarından kazanacağı paraydı!
O yüzden de Aziz Yıldırım (ve dolayısıyla Fenerbahçe’ye) hep
arka çıkmak lazımdı!
Haberecilik mi?
Gazetecilik mi?
O neydi ki?
Şansal abi o meziyetlerini sanki yıllaaar önce Cağaloğlu’ndaki
Milliyet’te terk etmişti!
Tabi ki Şansal Büyüka da her şeyin farkındaydı!
Eğer bütün gazeteciler "adam gibi" gazetecilik yapsa; olacak
şey belliydi:
Fenerbahçe düşerdi; o kupalar da o müzelerden çıkıp yeni
sahibine giderdi.
İşte onları gazetecilikten vazgeçirten acı gerçek bu!
Ama bakın; size yukarda ne anlattım?
30 yıl önce Galatasaraylı yönetici de:
“Bu iş ülke meselesi... Şayet yazarsanız aleyhimizde
sonuçlar doğurabilir!” demişti.
Ama ne yapmıştı “harbi” gazeteci Şansal Büyüka’nın
Milliyet’i?
Haberi Spor’dan vermeyi bırak; 1. sayfasına taşımıştı!
O günlerde Galatasaray zarar görürmüş; yara alırmış diye
düşünen var mıydı?
Ama bugün düşünüyorlar!
“Ya Fenerimizin başına bir şey gelirse!” diyorlar.
Şansal Büyüka (Ahmet Çakar’ın dediği gibi) “Türk futbolunun
baronu” mudur; bilmem.
Ama şundan çok eminim.
Hani İmam yellenirse Cemaat de gerisini halledermiş ya...
Şu 3 Temmuz’dan sonra GAZETECİLİK ANLAMINDA “her tükeniş”;
“her yellenme” önce Şansal Büyüka ile başlar!
Baron mudur bilmem...
Ama Şansal abi “yellenen İmam”dır!
Kalanını tamamlamak da “cemaatine” düşmüş!
Şansal abiyi bir kenara koyalım...
Kimdir 3 Temmuz’dan sonra olayı yavaş yavaş sulandıran ve
sonra (Trabzonspor sanki bu ülkenin takımı değilmiş gibi) “şikesi tescilli”
Fenerliye müjde üstüne müjde haberleri verenler:
1- Halil
Özer... Kimin elinde yetişmiş? Şansal Büyüka! Geçmişte zaten Fenerliymiş...
Şimdi Fener’e “İslam abisi kadar gönülden” hizmet vakti imiş!
2- Ercan
Güven... 3 Temmuz öncesine kadar Türk basının medar-ı iftiharıydı. Var mı şimdi
can kulağıyla okuyan, yazdığına “güven”en? Onu kim yetiştirmiş? Bak sen
Allah’ın işine! O da mı Şansal abinin Milliyet’indenmiş!
3- Meriç
Müldür... Aynı soruları sorup, aynı cevapları vermeyelim. O da Şansal abinin
tornasından geçmişlerden! Ben Meriç Müldür’ün 3 Temmuz’dan sonraki 2 farklı
yazısını okudum. Kusura bakmasın ama, ağzımdan ilk şu cümleler döküldü: “Bi
insan niye bu kadar değişir ki? Şansal abili Milliyet ekolünden bir gazeteci
‘kaça’ bu kadar değişir ki?”
4- Gürcan
Bilgiç... Şansal abili Milliyet ekibinden ilk ayrılıp Sabah gazetesine
gidenlerden... Aziz Yıldırım’la ilk vukuatı yaşayanlardan... Belki onun
etkisiyle Aziz Yıldırım’la hep mesafeli! Ama (babadan Fenerli) Gürcan Bilgiç
Aziz Yıldırım ve saz arkadaşlarının (17’de 16 yapılan 2010-11 sezonunda) çevirdiği haltların ne olduğunu bilmez mi? Aynılarını birkaç Galatasaray
yöneticisi yapmış olsa... Aynı Gürcan Bilgiç kaleminden kan damlatmaz mı? Gürcan Bilgiç bugünlerde de "Galatasaraylı futbolcular neden kırmızı kart görmüyor?" sorunsalına çok kafa takıyor da... Mahmut Uslu'ya hitaben:
"Sayın Uslu... Hani bu Fenerbahçe'nin lehinde çokça hükmün olduğunu söylediğiniz CAS Gerekçeli Kararları ne oldu? Bunları ne zaman yayınlayacaksınız?" diye sormaz mı? Öyle ya; onun işin Fenerbahçe muhabirliği değil mi? Bir Fenerbahçe muhabiri o gerekçeli kararların neden yayınlanmadığını merak etmez mi? Eder tabi! Ama nedense susmayı tercih eder!
5- Atilla
Gökçe... Onu bu listeye almakla ayıp eder miyim; bilmiyorum? Ama Duygun
Yarsuvat’ın malum “Cemaat Aziz Yıldırım’dan 50 milyon dolar rüşvet istedi”
haberini yazan kişi! Yıldırım Demirören’in Milliyet’inde bu haberin
yayınlanmasıyla “yeni bir dönem” başlatılmıştı. Ellerinde patladı o ayrı... Ama
Atilla Gökçe de Şansal Büyüka’lı Milliyet’in ağır toplarındandı!
Ve 6- İzmirli Sedat Kaya...
Bana bunca satırı yazdıran Sedat
Kaya!
Maaş alamadığımız Fotospor
yıllarımızın; parasızlığa rağmen “en keyifli” gazeteciliğini yaptığımız Sedat
Kaya!
Zaten kendi de söylüyor;
“O usta idi... Ben çömez...
Elimizden tutup bizi de adam eden oydu!” diyor.
Sedat Kaya’yı da bizim başımıza
diken hep Şansal Büyüka idi!
Siz bilmezsiniz elbet...
Ama ben; geçmişte çok sevdiğim
(!); (Şansal abi gibi harbi gazetecidir sandığım) Sedat Kaya’nın SÖZ KONUSU
AZİZ YILDIRIM VE FENERBAHÇE OLUNCA nasıl vahşi bir kartal gibi olduğunu kendi gözlerimle
gördüm!
Ve hepsinin ortak özelliği ne
biliyor musunuz?
Harbi gazeteci hep onlar;
Fenerbahçe’yi koruyanlar!
Onların dışında kalanlar hep kaka
çocuklar!
Kendilerini sahiden “ideal” ve
“tarafsız” gazeteci sanıyorlar...
Ama Aziz Yıldırım’a (ve dolayısıyla
Fener’e) laf et...
Anında pençelerini çıkarıyorlar!
Bu listeye daha çok adam eklerim.
Adam Fenerbahçe kongre üyesi
ama...
Kendini “tarafsız” gazeteci diye
iteliyor!
Kendini “tarafsız” diye iteliyor;
bana da lafı yaslıyor:
“Sen amigosun!”
Soruyorum:
“Ben amigo; sen ‘tarafsız-harbi’
gazetecisin... 3 Temmuz şike sürecinde şikeyi yapanları iğneleyen, şikeden
mağdur olanları kollayan ne yazdın?”
Cevap veriyor:
“Hiç bir şey!”
Ama onlar “harbi gazeteci” oluyor...
Bize de “amigo” olmak kalıyor!
Yeter artık abiler...
Yeter artık beyler...
Ben artık sizin bu hallerinizden
sıkıldım!
Ne zamanki geçmişte çok sevdiğim
Sedat Kaya’nın (söz konusu Aziz Yıldırım olunca hala yeniden yargılamalardan
medet umduğunu) gördüm;
Artık susamaz oldum!
Ya adam gibi gazetecilik yapın...
Ya da Sedat Kaya’nın yaptığı
gibi;
Bu işi artık yapmayın!
Çünkü siz yıllarca Milliyet ekolü
olarak spor gazeteciliğini “size has” bir şey olarak saydınız.
Kendinizi dev aynasında gördünüz;
kalan herkese de biraz tepeden baktınız.
Siz yazarsanız “gazeteci”
idiniz... Sizden biri Fenerbahçe’yi övdüğünde “doğal bir övgü” bildiniz.
Ama “aynı satırları” Galatasaray
için bir Galatasaraylı yazsa;
Onu da “amigo” diye
öteleyiverdiniz!
Dün de böyleydiniz; bugün de...
Hiç değişmediniz...
Ve ne yazık ki hiç gelişmediniz!
Sizin gazeteci olduğunuz yerde
“amigo”yuz ya biz...
O yüzden beni boş verin...
İslam abiyi yatağından
kaldırın...
Ve gazeteciliği ne hale
getirdiğinize bir de onun gözünden bakın.
Bu kadar Fener amigosu olmak...
Bu kadar Fener yandaşı olmak; inanın “ona
bile” fazla gelirdi!
Soru basit:
İslam abi yaşasaydı...
Fener’i bu hallere düşüren Aziz
Yıldırım’a ne derdi?
Karar verin...
Siz gazeteci misiniz?
Yoksa; “yeni nesil İslam Çupi’ler”
misiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder