3 Ağustos 2014 Pazar

ERKAN'IN ARDINDAN!

Nasıl canım yandı ki; ne elim kıpırdıyor, ne de kalemim...
Oysa ki o güzel çocuğu anlatacak o kadar güzel hikayelerim var ki!
Aslında bu gece susmak, en azından Erkan kardeşim toprağa verilene kadar acımı içimde yaşamak istiyordum ama… Erkan’la yaşadığımız hikayelerimizin biri “ölüm şekline” o kadar çok benziyor ki!

Galatasaray Kulübü’ne kızıyorum; (bilerek değil elbet,) bilmeden ve istemeden de olsa Erkan’ın ölümüne neden olanlara, onun çocuklarını babasız bırakanlara kızıyorum.
Ama var abi; hayatın içinde böyle inanılmaz tesadüfler var; “yanlış zamanda yanlış yerde olduğun için” ölümler var!
Bu gece susacaktım...
Ama görüyorum ki; Erkan’ın pisipisine ölmesine susmayanlar, sorumlularının bedel ödemesini isteyenler var.
Ben de yazayım o zaman!
Ama ben sorumlularından bedel ödemesini mi isteyeceğim...

Yoksa olaya “yanlış zamanda yanlış yerde olma” açısından mı bakacağım; açıkçası ne yazacağımı, konuyu nasıl bağlayacağımı da bilmiyorum.
Hele bi yola çıkalım; bakalım yazdıklarımdan kime ne anlatabileceğim!

Yıllar, yıllaaar öncesi. Daha üniversitede öğrenciyim. Ama aynı zamanda da gazetecilik mesleğine adım atmışım. En severek çalıştığım Gazete Gazetesi kapanmış, bizi komple Hürriyet’e almışlar; Hürriyet Gazetesi’nin Cağaloğlu’ndaki Spor Servisi’ndeyiz.
Halimizden çok memnun değiliz. Çünkü biz o küçük Gazete Gazetesi’nde daha mutluyduk. Hürriyet “büyük” gazete de olsa; eski günlerimizi arıyoruz.
Ama buna rağmen Hürriyet'te de “iyi insanlar” var. En azından, (o yoldan geçerken) “o iyi insanları” tanımak istiyoruz.
5-6 kişilik foto muhabiri kadrosunda iki tane "Selahattin abi" var; birisi Selahattin Gökhan, diğeri Selahattin Koyuncu...
Selahattin abilerin soyadı “Koyuncu” olanı bizim Erkan’ın babası...

Bugün feci şekilde hayata veda eden Erkan’ın babası…
Kimbilir; belki de acım o yüzden daha fazla.
Çünkü Erkan bize (rahmetli babası) Selahattin Koyuncu’nun emaneti!
Ona iyi bakmak için Selahattin abiye evvelden verilmiş sözümüz vardı.
Nasıl bir adamdı bu Selahattin abi?
Bi kere; şimdi öyle gazeteciler kalmadı. Foto muhabiri dediğin adam takım elbiseyle gezmez; gezemez! Ama Selahattin abi tek bir gün bile takım elbisesiz, kravatsız foto muhabirliği yapmayan bir adamdı. Çalıştığı Hürriyet’e layık olmaya çalışan bir adamdı.
Sonra…
Duygusal adamdı Selahattin abi!
Gözümün önünde bir Selahattin abi görüntüsü var.
Gündüz, güpegündüz...
Spor Servisi’nin aşağı yukarı yarısını kaplayan o masanın solunda maçların da dinlendiği radyo-teyp var. Neye hüzünlendiyse artık; Selahattin abi teybe Bülent Ersoy’un kasedini koymuş. Bülent Ersoy’un en güzel söylediği şarkılardan biri çalıyor; “Bu akşam içimde hüzün var… Gözümde canlandı anılar” diye. Bildiniz; daha çok Coşkun Sabah’ın söylediği “Anılar” şarkısı çalıyor teypte. Bülent Ersoy söylüyor, o "içli" Selahattin abinin gözünden yaşlar “ip gibi” süzülüyor!
Derdini sorsan da söylemezdi zaten! Tek gailesi, Sultanahmet’te (içlerinde Erkan’ın da bulunduğu) ailesine bakmaktı.
Erkan o zaman daha küçük, Erkan daha gazeteci değil!
Hep öyle duygusal değildi Selahattin abi... Ertesi gün bir bakmışsın; hastanede bir işe gitmiş…

Haberi yazdıracak;
Ama Selahattin abinin dili “Nöroşirurji” demeye dönmüyor! Onun dili dönmedikçe serviste kahkahalar yükseliyor.

Servis gülüyor, Selahattin abi gülüyor, anlayacağınız herkes gülüyor!

Başka?
Selahattin abi fırsat buldukça “demlenmeyi” severdi...

Rakıcıydı...
Devir; 1980 ihtilalinin az sonraları.

Gencecik çocukları;
“Teröristlerdi. Asmayalım da besleyelim mi?” diyen Kenan Evren’li yıllar…
TSYD’nin Levent tesislerinde bir açılış var; havuz başında...
Herkes o “kudretli paşa”yı beklerken, bizim Selahattin abi rakıyı biraz fazla kaçırıyor! Tabi o andan itibaren “en kudretli paşa” bizim Selahattin abi oluyor!
Aslında adam da kendince haklı!
O zamanlar photoshop hilesi yok ki!
Kenan Evren’in durduğu yer, kompozisyonu tam anlatmıyor!
Ne yapmalı?
Biri o kudretli paşaya yerini değiştirmesi gerektiğini söylemeli... O biri de, Selahattin abi oluyor, rahmetli Erkan kardeşimin rahmetli babası yani!
Selahattin abi nazikçe;
“Paşam sizi şöyle alalım” diyor ama…
Dernekteki spor yazarlarında şafak atıyor!
Bazıları;
"Selahattin sen bizi de mi astıracaksın?" diyor!:)

Güzel adamdı Selahattin abi…

O güzel adam, yanında ara ara gençten bir çocuk getirir olmuştu. “Bu benim oğlum” diyerek, onu bize gururla tanıştırmıştı. Zaten tez zamanda da;
“Abisi olarak elinden tutun. Ona işi öğrenmesi için yardımcı olun” demişti.
Kısa zaman içinde Erkan en az babası kadar iyi foto muhabiri olmuştu.
Hatta daha bile iyi!

Peki Erkan nasıl biriydi?
Bir insanın bütün kirli yüzünü görmek mi istiyorsun?

O adamı gazeteci yapın!
Göreceksiniz ki hem çevresi, hem de gazetecinin kendisi, ruhunun derinliklerinde kalmış ne kadar “çirkef” hali varsa, hepsine bir bir şahit olur. Gazetecinin kendisi bile;

"Vay be! Benim ne çirkef taraflarım varmış!" der...
Erkan da gazeteciydi… (Ve Erkan; bugün hem ömrüne, hem mesleğine nokta koydu.)
Bir ömür be arkadaş, koca bir ömür.
Bir çocuk bu kadar mı sağlam yetiştirilir ki; kimseye en küçük bir saygısızlıkta bulunmaz!

İnanın Erkan böyle bir adamdı.
Onun "kendine ait" bir dünyası vardı. Orada kendisiyle çok mutluydu.

Başkalarının çekişmeleri Erkan'ın umrunda değildi.
Onun "tek rakibi" vardı; o da kendisi!
Her gün Cumhuriyet alıp okuyan bir foto muhabiriydi.
Babası gibi o da arada demlenmeyi severdi.
En büyük tutkusu da, Veliefendi’nin basın odasından at yarışı seyretmekti!

Zaten o tutkusu sayesinde, çalıştığı bazı gazetelerde at yarışı tahminleri bile yapar olmuştu.

Buraya kadar tamam da…
Bir insanı en iyi "ya kavgada, ya seyahatte" tanırmışsınız. Erkan kusursuz bir adamdı. Dünya efendisiydi. Ama ya deplasmanlarda nasıldı?

Kafam zaten karışık; o yüzden bana sene sormayın. Ama çalıştığı dönemler belli, oradan çıkartın senesini...
Galatasaray’ın başında Gerets’in olduğu yıllar… Hollanda’da kamptayız…
Bir akşam idmanında sonra, (hep birlikte kaldığımız orman içindeki) otelimize gelmiştik.

Yorgundum; yemekten sonra yatar uyurum diye düşünüyordum. Ama baktım; Erkan Koyuncu, Adem Kabayel, Şinasi Serçe ve Serdar Güçlü yanıma gelmiş;
“Abi be… Çok sıkıldık. Bizi biraz gezdirsene” diyorlar...
Bu saydığım isimler o kampın genç kadrosu...

Bazısının ilk kampı; aralarından da su sızmıyor!
Önce “Yorgunum” dedim… Ama üsteleyince, arabayı onlara vermeyi teklif ettim. Gel gelelim hiç birinde ehliyet yoktu!
“Kırma be abi bizi” deyince;
“Tamam… Nereye gitmek istiyorsunuz?” dedim ve hep beraber yola koyulduk.

Hollanda zaten küçük bir yer...
Hem küçük, hem de çok düzenli bir yer...
Kamp ortamından kaçtığımızdan, çıktığımızda en az 100 km yol yapardık.

Çıkarken “şartlı” çıkmıştık. Aralarından biri yanıma “co-pilot” olarak oturacak, elinde tuttuğu haritadan hem yolu, hem de otobandaki tabelaları takip edecek.
Gidişte sorun olmadı. İstedikleri yere geldik ama ortam keyfisizdi. Yavaştan gece yarısı da geldiğinden geri dönüşe koyulduk.
Dönüşte enteresan bi şey oldu...
Erkan Koyuncu;
“Abi ben co-pilotum... Yanında oturacağım...” dedi.
Yeniden kamp yaptığımız köye doğru yola koyulduk. Yaklaşık 100 km otoban, otabandan çıktıktan sonra da 10-15 km’lik bir  köy yolu var.
Bizim Erkan güya co-pilot ya… “Sanki sipariş vermiş gibi” daha yola çıkalı 10 dakika olmadan “hor hor” horlamaya başladı.
Buyur; buradan yak!
Benim de uykum vardı ve; yanımda biri uyuduğu zaman benim de direksiyonda uyuma riskim artıyordu!
Arkada uyanık olanı var…

Ama uyumuş adama “Kalk arkaya geç” de diyemedik!

Kadroya bakıyorum; hepsi genç genç çocuklar.
Erkan evli, Şinasi evli, Serdar ve Adem evlenmek üzere!

Yani hepsinin sorumluluğu benim üzerimde!
“Alacağın olsun len Erkan” diye söylene söylene otobanı bitirdik.

Artık yolu çok azaltmıştık.
Otobandan çıkmış, bizi kaldığımız otele götürecek köy yoluna girmiştik.
İşte o sırada, ara ara bozulan yol, "horul horul" uyuyan Erkan’ın rahatını kaçırmıştı.

Araba otobandaki gibi “yağ gibi” gitmiyordu. Biraz sallanınca, Erkan’ın uykusu kaçar gibi oldu. Hafiften gözlerini araladı. Ama hala ayılamamıştı. Nerde olduğumuzu çıkarmaya çalışıyordu. O anda ne oldu biliyor musunuz?
Hala bugün de ne olduğunu bilmiyorum! Nerden çıktığını, ne olduğunu anlayamadığım
kocaman kanatlı bir kuş belirdi! Kuş, Erkan’ın olduğu cama doğruydu. Ben ayağımı az gazdan çekmesem, o kuş, o süratle Erkan’ın olduğu camdan belki de kucağına düşerdi.
Öyle bir şey olmadı ama; kendinizi Erkan’ın yerine koyun!
Daha gözlerini açalı 3-4 saniye olmuş, gözlerini oğuşturarak nerede olduğunu çözmeye çalışıyordu. Yoksa hala uyuyor ve kabus mu görüyordu?

Bu gece vakti, o karanlıkta kendisine doğru uçarak gelen o koca kanatlı şey neydi?
Dedim ya; ayağımı gazdan kesmesem, kuş camla beraber Erkan’ın kucağına düşecekti.

Her şey o kadar ani olmuştu ki; o kısa süre içinde Erkan olanı biteni çözmeye, mümkünse bu “karabasan rüyadan” uyanmak istiyordu. Erkan; emniyet kemeri bağlı bir şekilde o kuştan kurtulmaya uğraşıyordu. Ayaklarını frene basar gibi sertçe ileriye itmiş; vücudunu da mümkün olduğunca geriye atmıştı. Ama kurtuluş yoktu! Ne kadar çabalarsa çabalasın; o kuşla mesafesi hiç azalmıyordu!
Neyse ki benim hafif frenimle, o koca kanatlı kuşun da arabayı son anda fark edip kanat kırmasıyla biz kuşa, kuş da bize çarpmaktan kurtulduk!
İşte o anda, o çaresizlik içinde elleriyle yüzünü kapatan Erkan’ın dilinden şu sözcük döküldü:
“Allllaaaaah!”
Bu kadar…
Sadece bu kadar!

Gece yarısıydı... Hepimizin uykusu vardı...
Ama buna rağmen gülünecek şeyleri affetmezdik!
Erkan'ın o sözüne, o haline kahkahalar atarak kaldığımız otel ulaştık.

Ertesi gün oldu...
O andan itibaren Erkan; bizim "en büyük eğlencemiz" oldu.
Dün geceyi sakin kafayla bi daha konuştuk, o "koca kanatlı şey"in ne olduğunu çözmeye çalıştık.
Ama kamp alanı var ya; “Alllllaaaaaaaaah!” nidalarıyla çınlamaya başlamıştı.
O “Allah!”ı hiç unutmadık.
O “Allah!”; Erkan’la benim aramda gizli bir anlaşma noktası gibi oldu. Her karşılaştığımızda ben “Alllaaaah!” derdim; Erkan da aynı karşılığı verir, o anı bir kere daha yad ederdik!

Ağzından çok sık çıkan “Engin abbbiiimmm” sözünü hiç unutmayacağım. Ona baktıkça, onun yüzünün kıvrımlarında aynı zamanda rahmetli babası Selahattin abiyi görüşümü de!
Erkan, 37 yaş gibi çok erken bir yaşta aramızdan ayrıldı. Ama; “çok sağlam karakterli bir kardeşim olarak” kalacak hep bende.
Daha 3 gün önce aramış; bayram vesilesiyle sesini duymuştum.
Son konuşmamız olacakmış; henüz bilmiyorduk!

Bugün gözümü açtım; internette bir haber okudum.
Başlıkta;
“Florya’da inanılmaz kaza” diyordu.
Merakla yazının üzerine tıkladım. Yazı açılana kadar aklımdan "ne olmuş olabileceğine dair" 50 çeşit şey geçti. Ama bugün Erkan’ın başından geçen ve onun ölümüne neden olan şeyi "milyon tane seçenek saysam" tahmin edemezdim.
Öyle garip, öyle inanılması zor bir ölüm!

Yazıya başlarken;
“Herkes Galatasaray Kulübü’nden bu işin bedelinin ödenmesini istiyor” demiştim ya…
Aslında ben de aynı noktaya geliyorum bazen!
Neden?
Çünkü Erkan benim kardeşim!
Erkan "bu kadar ucuz" bir ölümü hak etmedi!
Ben bugün gün boyu hastanedeydim. Sürekli Erkan’ı o hastaneye düşüren o “kaza”yı düşündüm.
Ama ben o “kaza”yı düşündükçe; aklıma sürekli Hollanda’daki
"arabaya çarpmaktan son anda kurtulan o kuş" geldi.
Erkan’ın ölümü öyle bir ölüm ki;
Düşünün…
Erkan Galatasaray idmanında görevli... Erkan uyanacak... Erkan idmanın başlamasına daha yarım saat kala orada olacak...
Erkan tesis dışında oralarda vakit geçirmeyi de düşünebilirdi. Ama onu bi şey “soru sormaya” çağırıyor; işinin peşinde koşturuyor!
Olması muhtemel, kaderi değiştirecek “milyon tane” seçenek vardır.
Erkan’ın güvenlikçiye soru sormak için kafasını o kapı boşluğuna sokması…
O kapının da tam o sırada (!) kapanmak üzere yola koyulması aslında "milyarda 1" ihtimaldir belki.
Erkan "en olmaması zamanda", "en olmaması gereken bir yerde" imiş.
Ki; o kapı arasına sadece kafasını değil tüm vücudunu koymuş olsa, omza kadar olan bölgeyi otomatik olarak sensör görür ve geri dönermiş.
Erkan da böylece hayatına devam edermiş!

İnsan düşündükçe çıldıracak gibi oluyor.
Her seferinde;
“Keşke o anda orada olmasaydın be Erkan” diyorum ama…

Biliyorum ki öyle bir seçenek yok!

Gün boyu hastane bahçesinde şunu düşündüm.
Seneler önce Erkan’ı ve genç arkadaşlarını aldım.

Önce 100 kilometre ileriye gittik.
Sonra şehirde gezdik, zaman öldürdük.
Sonra da dönüşe geçtik.
Geriye doğru en az bir 100 kilometre daha gittik. Tam o köy yoluna girdik; karşımıza o
“koca kanatlı kuş” çıktı.
Diyorum ki;
Erkan Koyuncu’nun bugün ölümüne neden olan şey
"vücudunun baş kısmının o kapı aralığında olması"ydı.
Yani Erkan, "olmaması gereken bir yerde" idi.
Peki ya o kuş?
Düşünsenize;

O gece "o kuşun ve bizim arabamızın" aynı anda “orada” bulunmaması için “kaç milyar tane” seçenek var.
Ama öyle olmadı işte!
Sanki biri ayarlamış gibi (!) tam o anda, o kuş da oradaydı, biz de!
Ve bugün…
Erkan da oradaydı…
O kahrolası kapı da!

Ve hatta; o kapıya komut veren güvenlik görevlisi de!

O zaman anlıyorsunuz ki;
“Olacak” ve “ölecek”in önüne sahiden geçemiyorsunuz!
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder