24 Nisan 2015 Cuma

HINCAL ULUÇ, ŞANSAL BÜYÜKA VE AHMET ÇAKAR ATIŞMALARI... (3)

HINCAL ULUÇ, ŞANSAL BÜYÜKA VE AHMET ÇAKAR  ATIŞMALARI...
İÇİMİZDEKİ "GENÇ" İSLAM ÇUPİ'LERE! (3)


Gelelim benim Şansal abiyle tanışma hikayeme!
***
Hürriyet’i bırakarak gittiğim Fotospor’un bana epey sürprizi oldu. Çok güzel günlerimiz de oldu ama...
Yaklaşık 1 yıl boyunca maaş alamadığımız dönemler de oldu.
O Fotospor’da 4 ayrı genel yayın yönetmeniyle çalıştığımı hatırlıyorum.
İşte o kargaşa içinde gazeteyi bir dönem (Fenerbahçe’nin eski başkanlarından) Metin Aşık aldı.
O zaman ne oldu?
Can Tanrıyar vardı o yıllar; Şansal Büyüka’nın sağ kolu gibiydi.
Metin Aşık onu Fenerbahçe’den tanırdı. En az onun kadar Şansal Büyüka’yı tanırdı.
Kanal 6’nın televizyon ekibi; “Biz Fotospor’u da yaparız. Hem de çok iyi bir gazete yaparız!” diyerek bize geldiler.
Bilenler bilir; bu dönemler karışık dönemlerdir. İşinizi kaybetme tehlikeniz de vardır; maaşınıza zam alma şansınız da!
O günlerde Hürriyet gene "Spor" adında bir spor gazetesi çıkarmıştı. O yüzden de bizim Fotospor tayfasının çoğu Spor’a kaçmış!
(Rahmetli) Süleyman Gültekin’le ben gitmeyenlerden miydim, gidemeyenlerden mi; nasıl diyeyim bilmiyorum...
Biz mecburen Fotospor’da kalmışız!
Ulan hem maaş almıyoruz;
Bi de Milliyet’çi arkadaşların “Allah gibi korktukları” Şansal Büyüka ile mi çalışacaktık?
Anlayacağınız…
Bizi bekleyen, çekilecek dert değildi!
Ama…
Öyle değilmiş!
Korktuğumuz gibi değilmiş!
Çünkü ben (hiçbir dönemde) işten kaçan bir adam olmadım. İşini seven adamın da Şansal Büyüka gibi bir adamla yolunun kesişmemesi mümkün değilmiş; onu anladım.
Bi kere; bütün herkes kaçmış ya...
O Fotospor’un bütün yükü Süleyman Gültekin, Sezgin Gelmez ve bana kalmıştı.
Üst üste iyi işler yapınca benim keyfim de yerine gelmişti.
Bi de öyle yoğun bir tempodayız ki; başımızda Şansal Büyüka varmış, Ali varmış, Veli varmış; hiç fark etmiyordu!
Aradan aylar geçmişti... Güya Şansal abiyle çalışıyorduk ama… Daha adamın yüzünü görmemiştim.
Ama o gece gördüm!
O gece tanıştık!
Gece maçı vardı o akşam…
Fotospor’un Matbaacılar Sitesi’ndeki o köhne binasındaydık.
Onlar içerde maç sayfalarını yapıyordu. Ömer abi de (Güvenç) içerde, ertesi gün için Beşiktaşlı Sergen’le yapılacak bir işi konuşuyormuş. Onlar durumu konuşunca ben lazım olmuşum; Şansal abi tebliği bana bizzat kendisi yapacak!
İçerden;
"Engin Şansal abi seni çağırıyor” dediklerinde kalbim yerinden çıkacak sanmıştım!
Çünkü Milliyet’çi arkadaşlarım bana onu öyle bir anlatmıştı ki; ben esip kükreyen, küfür kafir giden bir adam bekliyordum
Ama değilmiş!
Şimdi Şansal abiyi hepiniz tanıyorsunuz!
Nasıl konuştuğunu biliyorsunuz.
Siz biliyorsunuz da…
O dönem ben bilmiyorum!
Şansal abi bana:
“Enginnn… Ömer abinle şu işi bi çekkkin bakalım” dedi.
Konuşma tarzı bana o kadar tuhaf gelmişti ki; inanın:
"Şansal abi bana bi yerden kızmış olabilir mi acaba" diyordum!
Konuşması öyle tuhaf, öyle sert ve ciddi, öyle anlaşılmaz…
Benim hiçbir anlam veremediğim o ilk hali; meğer Şansal abinin “doğal” haliymiş!

Zaten Şansal abi bizim başımızda çok kalmadı!
Ekibine çok güvenirdi. İşi onlara emanet etmeyi severdi.
O gece; (sanırım) Şansal abiyle iş anlamında birebir muhatap olduğumuz "ilk ve son" geceydi.
Tez zamanda; İzmir’den getirdiği Sedat Kaya’ya gazeteyi teslim etti.
O yıllar; maddi anlamda gene çok sıkıntı yaşasak da; (manevi anlamda) gazetecilikten en keyif aldığım dönem olarak hafızamda yer etti.
Çünkü Şansal abi ve ekibi “tüm köşe başlarına” hakimdi.
Gazetecilik anlamında isteyip de yapamayacakları yoktu.
Öyle olunca ne oldu; seni yüceltecek işler ayağına kadar geliyordu.
Ben de uçana-kaçana, önüme gelene, seken topa, hepsine çok iyi vurdum o dönemler...
Oradaki iyi işler de; (o dönem için inanılmaz bir paraya) beni Yeni Yüzyıl’a taşımıştı.
Anlayacağınız üzere; işin içinde eski Fenerbahçe Başkanı Metin Aşık bile olsa, Şansal Büyüka artık “yazılı” bir yayın organını işten saymıyordu!
O artık televizyonculuğun tadını almış; kafasını, gönlünü, her şeyini televizyon dünyasına adamıştı.
İlk başlarda zaten ekranda değildi. Şartlar onu “televizyon yıldızı” yaptı; hani o diksiyonu çok iyi olmasına rağmen r’lere yumuşak g diyen sunucular gibi...
Çünkü daha 3-5 yıl önceki bana sorsan;
“Televizyon kim; Şansal Büyüka’dan televizyon yıldızı yaratmak kim?” derdim.
Ama oluyordu işte!
Olmuştu işte!
Şimdi biz gene Şansal abinin “geride bıraktıklarına” dönelim…
Yani İhsan Topaloğlu dönemindeki Milliyet Spor Servisi’ne…
Her ne kadar çok hareketli bir iş de olsa;
Gazetecilik de sizi bir yerden sonra sıkmaya başlar!
Çünkü belli bir günden sonra hep aynı işleri, hep aynı haberleri yaparsın. Doğal olarak ufak çapta bir tükenmişlik sendromuna girersiniz.
O da sizi “macera aramaya” iter!
O yılların Milliyet’i iyi adamına zaten iyi maaş verirdi.
O yüzden de hiç bir Milliyet'çi (benim Hürriyet’ten Fotospor'a gitmem gibi) bir maceraya girmezdi.
Ben gittim; çünkü benim haklı bi dünya nedenim vardı. Ama Milliyet’in “iyi” muhabiri için durum öyle değildi.
Zaten adam “en iyi” yerde... E maaşı da iyi olunca; onu oradan kımıldatamıyordun!
Ancak nasıl koparabilirdin?
O adama çok iyi para vermen gerekir!
Hafızam beni yanıltımıyorsa;
Şansal abinin yetiştirdiği adamlar arasında "maceraya ilk atılan" Gürcan Bilgiç oldu.
İyi maaş teklif edilmiştir mutlaka; o yıllarda Milliyet’ten Sabah'ın Spor servisine adam katabilmek epey ses getirmişti.
Neyse; Gürcan Bilgiç Milliyet’ten Sabah’a gitti ama…
Bir Milliyet çalışanını Sabah’ta çalıştırmak demek; "akvaryum balığını okyanusa salmak gibi" idi!
Çünkü Şansal abi senelerce yanında çalıştırdığı adamları (mecburen) gerçek bir akvaryum balığına çevirmişti.
O akvaryumdan çıkan balıklar; gelecekte epey zahmet çekecekti.
Biz de "gülümseyerek" izleyecektik!
Hani bi zamanlar onlar “iyi aile çocuğu”, biz de “orospu çocuğu” oluyorduk ya…
İşte o Milliyet’ten ilk “orospu çocuğu gazeteci ” muamelesi yapılacak kişi kim olacak; için için merak ediyorduk!
Gürcan Bilgiç oldum olası Fenerbahçe muhabiriydi ve Fenerbahçe de o yıllarda Aziz Yıldırım’a emanetti.
Aziz Yıldırım’ın çömez günleri bitmiş; bi nevi akvaryum balığı gibi olan Gürcan da, Sabah denen “sansasyon haber okyaunusu”nda idi!
Bi de; o kadar parayı Gürcan’a boşa vermemişlerdi.
Gürcan Bilgiç’in diğer Fenerbahçe muhabirlerinden “farklı” olduğunu göstermesi lazımdı.
Yani risk almalıydı;
Milliyet’te "hiç girmediği toplara" girmeliydi!
Girdi de Gürcan…
Ama yalan olmasın;
Aziz Yıldırım tarafından tartaklanmış mıydı; yumruklanmış mıydı ne...
Şansal abinin eski öğrencilerinden bir muhabirin o hallere düşmesi, o dönem epey ses getirmişti.
Onu Milliyet'teki Gürcan'a...
"Şansal abinin adamı"na yapmak yürek isterdi!
Ama devir artık değişmişti.
Bütün ağır toplar televizyona kaçmış; gazetelerin spor müdürlükleri de "kendi gölgesinden korkan" çapsızlara kalmıştı.
Yani anlayacağınız;
Gürcan’a da artık eskisi gibi sürekli "mutluluk haberleri" yetmiyordu.
Milliyet’çi Gürcan da “bizlerden biri” (!) olmuştu.
Bakalım ondan sonra sıra kime gelecekti?

Aradan gene yıllar geçmişti...
Ben o çile dolu Fotospor’dan önce Yeni Yüzyıl’a; oradaki temposuzluk beni boğunca ordan da Sabah’a geçmiştim.
Sabah diyorsam; bugünkü Sabah ama…
Bugünkü gibi AKP yayın organı değildi o dönemler Sabah…
Harbi gazeteydi ve ben diyebilirim ki; en mutlu, en severek koşturduğum gazete, "o Sabah Gazetesi" olmuştu.
Bakmayın cümle anlamında "keyif dolu" diyorum ama…
İçeriğinde orda da bi sürü vukuatım olmuştu!
Ben bugün Galatasaraylı olmadım; o gün de Galatasaraylıydım…
Bi olay oldu; bir ŞL maçı öncesinde Hakan Şükür’le karakolluk olduk mesela!
Öyle olunca ne oldu;
Fatih Terim yöneticilere:
“Engin Biçer bizimle birlikte deplasmanlara gidip gelmeyecek” diye talimat verdi.
Güya haberciydik... Ama ara ara haber de oluyorduk!
Bunu yazan da o günün Milliyet’çileri...
Şimdiye kadar adını saymayı unuttum; Erhan Telli de "o Milliyet’ten" yetişmedir!
O dönem; Milliyet yetmez gibi; piyasayı Fanatik’çiler parsellemişti.
Yanlış anlamayın; “iyi gazeteciliği” onlar yapıyordu.
Hem bu sefer Milliyet ile Fanatik’çiler aynı binada toplanmış; “ortak gibi” çalışıyordu.
Sabah’çı “kaka çocuk” ben…
Sabah’çı “kaka çocuk” Mustafa Ersoy; ikide bir Galatasaray idmanında çıkartılıyoruz!
Hiçbir şey koymazdı da;
Milliyet ve Fanatik’ten olan arkadaşların (!); o tesisi terk ediş anındaki “aşağılama dolu” bakışlarını hissetmek bana çok koyardı!
Onların kulüple araları, ilişkileri iyi ya; öyle “zıpçıktılık” yaptığımızda “onlar bile” bize:
“Yahu kardeşim… Neden işinizi adam gibi yapmıyorsunuz?” edalarında bakarlardı.
Ama bakalım; hayat hep öyle mi gidecekti?  (Yazı devam edecek)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder