24 Nisan 2015 Cuma

HINCAL ULUÇ, ŞANSAL BÜYÜKA VE AHMET ÇAKAR ATIŞMALARI... (1)


HINCAL ULUÇ, ŞANSAL BÜYÜKA VE AHMET ÇAKAR  ATIŞMALARI...
İÇİMİZDEKİ "GENÇ" İSLAM ÇUPİ'LERE! (1)

Allah’tan şahidim var; “o ekipten” Cüneyt Şengül’e en az 2 ay önce demiştim:
“Bugün tramvayla Eminönü’ne gittim. Beyazıt’ı, Cağaloğlu’nu gördüm. Oraları gördükçe aklımdan neler neler geçti. Yakında bir yazı yazacağım. Hem ‘o günleri’ anlatacağım; hem de konuyu ‘bugünlere’ bağlayacağım” demiştim.
“Yaz” demişti Cüneyt de…
Ama sanırım yazarsam bazı kaleleri yıkacağımdan; o yazıyı hep ötelemiştim.
Biraz da;
“Yazsan ne olacak kardeşim? Senin gördüklerini onlar gömüyor mu? Görüyorlar ama bir işe başladılar, geri de dönemiyorlar. O başladıkları iş, onlara kendisini bitirtiyor!” diye düşünüp vazgeçmiştim.
Gündemde Ahmet Çakar’la Şansal abinin (Büyüka) kapışması; hatta mahkemelik olması var ya; işte bana bu yazıyı yazdıran o meselenin gündemde olması değil.
O tartışma; “olsa olsa” bu yazıyı kağıda dökmemi tetiklemiştir.
Yoksa bu yazı; kafamda aylardan beri “yazılmış vaziyette” bekliyor!
*****
Gazetecilik mesleğine 4 yıllık okulumun 2. senesinde başladım ben; Ülker fabrikasının çikolata kokularının dibindeki Tercüman binasında, yani Cevizlibağ’da...
7-8 aylık bir ısınma turundan sonra kapağı Gazete Gazetesi’ne attım.
Bilmeyen mutlaka vardır; o yıllarda Hürriyet’in Sabah’tan tiraj alsın diye çıkarttığı bir gazeteydi o; adını da GAZETE koymuşlardı.
Çok kısa aralıklarla o gazetede 2 görev şehidi olunca GAZETE’nin yayın hayatı da fazla uzun ömürlü olmadı.
O yüzden bi çok kişi öyle bir gazete adını pek hatırlamaz.
O GAZETE’nin benim için en önemli özelliklerinden biri; beni de Cağaloğlu’na taşımasıydı.
Çünkü o yıllarda basının kalbi Cağaloğlu’nda atardı.
Çemberlitaş’ın oradan az yürü, Basın Müzesi’ni geçip sola döndüğünde hemen hemen tüm gazetelerin yer aldığı o egzotik mahalleye adım atardınız.
İlk önce; (meşhuuur Simavi dönemi binasıyla) Hürriyet’i görürdünüz.
Asıl yeri Mecidiyeköy’de olsa da, Sabah’ın da hatırı sayılır büyüklükte bir bürosu vardı; hemen o yolun sağ kolunda.
Hürriyet’e tam sırtını verirsen bizim GAZETE’ye giderdin. Bizim Gazete’ye gelmeden, (gene Hürriyet’e ait) magazin ve mizah dergilerinin merkezi vardı. Oradan az sağa gittiğinde Türkiye Gazetesi yer alıyordu.
Gene ana caddenin üzerine dönüyorum; Hürriyet’ten 50 metre gidip sola döndüğünüzde Anadolu Ajansı binasını görürdünüz; gösterişsiz ama Türkiye için büyük anlam ifade eden binasında...
AA bugün de hala orda!
Oradan 50 metre ileride de Milliyet binası..
Abdi İpekçi’nin de çalıştığı o meşhur Milliyet binası!
O zamanlar tv’ler falan yok… Biri basın toplantısı mı yapacak; bugünkü Valilik binasının tam karşısında TSYD’nin küçük bir temsilciliği var; o zaman Levent TSYD var mı; hatırlamıyorum!
Onların hemen yanında Türk Spor Ajansı var; basın toplantısı yapmayı düşünen kişi ve kuruluşlar bizi ayağına çağırmaktansa, genelde onlar bizim ayağımıza gelirdi.
Bu anlattığım yerin tüm çevresini dünyanın en hızlı adamı Hussain Bold “koşu temposuyla” en fazla 2 dakikada turlardı.
İşte biz gasteci tayfası o kadar bir yerde; bugüne kıyasla epey sıcak bir ortamdaydık.

Benim açımdan olay şu:
Bir mesleğe başlamışsın ama…
Yapabilir misin; yapamaz mısın, bilmiyorsun!
Çünkü gazeteciliği gözümde öyle büyütmüşüm ki; (emekliliğime yaklaştığım günlerde bile) ben o meslekte geçici miyim, kalıcı mıyım; kendime notumu veremiyordum.
Öyle bir meslek ki; ne kadar eskirsen eski; işe diye çıktığın her gün mesleğinin bir tokadını yiyorsun.
O yüzden de asla “Ben bu işi öğrendim!” diyemiyorsun!
Cevizlibağ’daki Bulvar-Tercüman günlerim paso okul maçlarıyla geçiyordu. Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın idmanlarına da gittiğim oluyordu ama; “sahici gazeteci” olmaya Cağaloğlu’ndaki GAZETE günlerimde başlamıştım.
İşte o günlerde; maçlara ve idmanlara gittikçe, diğer gazetelerin muhabir ve foto muhabirlerini de tanıyorduk.
Yazıya girerken adından bahsettiğim (ve bugün Amerika’da yaşayan) Cüneyt Şengül de onlardan biriydi.
Sadece o değil tabi; Murad Sezer vardı, Hüseyin Kırcalı, (rahmetli Yusuf Noberi, Turgay Örme, Cemalettin Şen ve oğlu Tuncay Şen vardı) Yılmaz Canel, Aziz Uzun, bi dünya foto muhabiri vardı.
Özellikle bu foto muhabirlerinin dilinden bir adamın lafı hiç düşmüyordu!
Foto muhabirlerinin (ve tabi ki muhabirlerin hepsi) o adamdan “Allah’tan korkar gibi” korkuyordu!
Anlattıkları adam; böyle izbandut gibi bir şeymiş!
Ayağa kalktığında, bütün servis esas duruşa geçermiş; onun yürüdüğü yerler zangır zangır titrermiş!
Muhabir ve foto muhabirleri bu adamdan “Allah’tan korkar gibi” korkuyorlar ama…
Bu adamın bir de iyi tarafı varmış:
Adam “harbi” gazeteciymiş!
Sen ona iyi bir haber getir; güzel bir fotoğraf çek;
Seni sırtında taşırmış!
Sadece muhabir ve foto muhabirinden oluşmuyordu tabi o günün Milliyet Spor Servisi…
Bugünkü Kaya Çilingiroğlu var ya;
Onun “aynı isimli” babası yazardı Milliyet’te.
“Mafyanın doktoru” derlerdi Kaya’nın Kaya isimli babasına…
Ama nasıl bir doktorsa artık; onun karşısında “mafya babası bile” esas duruşa geçermiş!
İşte o doktor Kaya Çilingiroğlu; o saygınlığından dolayı, spor basınına da çok yakın olduğundan Milliyet’e “dışarıdan” yazı yazardı.
İslam abi (Çupi) vardı sonra; her Fenerbahçelinin çok yakından tanıdığı!
Hatta Fenerliler (bugün bile) onun Milliyet’te yazdığı satırlara “atasözü” muamelesi yaparlar!
O günlerde değil tabi; İslam abi asıl öldükten sonra daha bir anlam kazandı Fenerli için; daha bi yürekten sarıldılar ona.

Şimdi düşünüyorum da…
O zamanlar mı spor yazarı saygınmış ve böyle “amigo” yazarlar yokmuş;
Ya da o yıllarda "Fenerli yazar" ne yazarsa gidiyormuş da...
Sanki diğer takımların yazarlarına bazı şeyleri yazmak yasakmış!
Öyle ya; Hababam Sınıfı’nda gördüğümüz; hemen hemen herkesin Fenerli olduğu yıllar…
Galatasaray ve Beşiktaş’ın ismini sadece Fener’e “film icabı yenilecek takım lazım olduğunda" duyuyoruz!
Kimlerdi o zamanın Galatasaraylıları; iyi hatırlayın:
Hababam Sınıfı’nın KIZLARI!
Sınıfın erkekleri; delikanlıları hepsi Fenerli…
Ama kızlar hepsi Galatasaraylı!
Burda bile, filmde bile “şuur altına” oynamışlar!
“Erkek adam Fenerli olur; kızlar Galatasaraylı!”
*****
İslam abiden devam edeyim.
Ben İslam abinin yazılarını; sabah güneşinin ok gibi girdiği Gazete gazetesinin spor servisinde çok defa okumaya niyetlenmişimdir.
Ama daha yarıya gelmeden:
“Bu ne yahu; lisedeki Divan edebiyatı gibi” der; yazıyı bırakırdım.
Yani bana ağır gelirdi!
Şimdi size; “O zamanlar gazetecinin saygınlığı vardı. Şimdiki gibi amigo yazarlar yoktu” desem de…
Sadece İslam babanın yazdıklarına bakıyorum;
“Fenerbahçe’nin büyüklüğü öyle bir büyüklüktür ki; onun adını kupayla-mupayla koyamazsınız! Fenerbahçe olmazsa; güneş bile doğudan doğmaktan vazgeçer!” tadındaki Fenerbahçe darb-ı meseli var ya; ben onun bugün Galatasaray versiyonunu yazsam; altına da “Engin Biçer” desem:
“Ulan Engin… Amma amigosun! Çıkar şu sarı-kırmızı gören gözlüklerini” dersin!
Ama o zamanlar denmiyor muydu; deniyorsa da mazur mu görülüyordu, bugün çok net hatırlayamıyorum.
Ama…
Hatırlayan…
Daha o günlerde "gerçeği" gören…
Ve "o düzene kazan kaldıran" biri vardı:
Fenerli Gürcan Bilgiç’in dayısı; Hıncal Uluç’tu o adam!
Hıncal abi o yıllarda genç ve enerjik bir adam... Yazdı mı da “fişek gibi” yazıyor! Bi gün delleniyor:
“Yeter lan bu kadar Fener amigoluğu” diyor…
“Ya adam gibi tarafsız yazın; ya da beni de kendinize benzetmeyin!” diyor.
Hıncal abi bakıyor; bütün köşeleri parsellemiş Fenerli yazarlar bunu kaale almıyor!
Sen misin almayan?
Hınca Uluç o gün basın tribününe “Sarı Kırmızılı kaşkol” ile gidiyor ve:
“Amigoluk öyle olmaz… Böyle olur!” diyor!
Yani (bugün de) çok etkili bir yazı yazan…
Ahmet Çakar ve Şansal Büyüka kavgasına yeni bir har veren...
Galatasaray taraftarını da Digitürk paketlerini iptal boyutuna getiren Hıncal Uluç; Türk spor medyasında “oldum olası varolan" Fenerbahçe dükalığına ilk isyan eden Galatasaraylı yazardır!
E isyan eden sadece Hıncal Uluç olsa neyse…
Tam da o yıllar; GALATASARAY da ayaklanmış;
“Bugüne kadar Fener’in borusu öttü; yeter! Bundan sonra bu ülkede benim borum ötecek!” demiş.
Neyse…
Biz gene Şansal abinin yönettiği Milliyet Spor Servisi’ne dönelim.
Şansal abinin o zamanki yardımcıları (bugün sanırım hala FBTV’de olan) İhsan Topaloğlu ve (sanırım) meslekten kopan Ferhan Tezcan
Muhabirlere gelince Fener muhabirleri Gürcan Bilgiç ve Yalçın Türk
Beşiktaş’ta Bilal Meşe’nin yanında Kartal Yiğit pişmekte.
Galatasaray o yıllarda Halil Özer’e emanet.
Halil Özer’in herkes "koyu Fenerli" olduğunu biliyor ama; Şansal Büyüka’nın yönettiği bir serviste “amigoluk” sıkar mı?
Allahı var; hiçbir Galatasaray yöneticisi de ona “Fenerbahçe taraftarı gözüyle” bakmazdı.
Ara ara şakalaşması olurdu ama…
O yılların gazetecisi için önce “meslek haysiyeti” gelirdi!
Benim Cağaloğlu’yla tanıştığım yıllarda Türk spor basınınında "AĞA" Milliyet Spor Servisi idi.
Çünkü “adamın dibi” Şansal Büyüka o gazetede müdür idi!
O kimseye yanlış yapmaz; kimse de ona yanlış yapamaz idi!
Anlayacağınız; o yılların kulüp yöneticileri bi nevi Milliyet muhabiri gibi idi.
Öyle yıllardı ki; kulüp içinde öyle “kuşlar” bilirdik ki; kimisi Şansal Büyüka’ya “korkusundan”, kimisi de korkusundan değil ama; “saygısından” öterdi!
Böyle bir serviste çalışmak hem çok kolay; hem de çok zordu.
Çünkü böyle bir müdür senin gevşemene, laçkalaşmana asla izin vermezdi. Öyle ya; adamın her köşe başında olandan bitenden haberi var…
Muhabire; “Bugün takip ettiğin takımda ne var?” dediğinde,
“Dişe dokunur bi şey yok abi” diyemiyorsun!
O yüzden de işini hep ciddi yapıyorsun!
İşte o ciddilik; “Milliyet… Basında güven” diye anılan Milliyet gazetesini de “hep ciddi” yapıyordu.
Orada laçka adamın barınma şansı yoktu.
Haaa… Buna rağmen…
O günlerin arşivini görmek isteyen Beyazıt’taki Kütüphane’de görebilir.
Görünce de:
“Bize bu gazeteciliği mi methediyorsun?” diyebilir.
Milliyetçilerin haber anlamında çok telaşı yoktu.
Ne sansasyon dertleri vardı; ne de abartıya kaçmaya ihtiyaç duyuyorlardı.
Olay neyse; onu veriyorlardı.
O ciddiyet ve güvenirlilik sayesinde de “kader anlarında” ne isterlerse herkese yaptırabiliyorlardı.
Futbolcuyla özel iş mi yapılacak; bir telefonda futbolcu hazırdı!
Takım şampiyon oldu; gazetede ağırlanması mı gerekiyor...
Getirmek için senin göbeğin çatlar; ama takım Şansal Büyüka’nın telefonunu beklerdi:
“Çağırsa da Milliyet’e gitsek!”

*****

Dedim ya; sansasyon yaratma dertleri yoktu.
O zamanki Milliyet’in en ezberlenmiş ve en sansasyonel haber tarzı Avrupa Kupası maçlarından önce hakemler, gözlemciler falan gelirdi ya…
Özellikle Ferhan Tezcan; yabancı dili sayesinde o isimleri daha Türkiye’ye inmeden ayarlar, bazen statta “Bilmem kim Galatasaray’ı-Fener’i seyretti” diye haber yapar; maçtan sonra da “mutlaka” Kumkapı’ya götürerek dansözlü fotoğraflarla bize “Eyvah. Gene atladık!” hissi yaşatırlardı.
Şimdi gülüyorsunuz; değil mi?
Ama o yılların gazetecilik anlayışı buydu; şartlar bu kadardı!
Haaa; bi de...
Bütün kulüplerin yönetim kurulu toplantıları akşam 6-7 gibi başlar; hararetli geçtiyse gece 10-11’e kadar sürer; sen de o saatten sonra bulabildiğin yöneticiden haber almaya çalışırdın.
O zamanlar cep telefonu yok. Evine gitmediyse yöneticiyi bulma şansın da yok!
O yüzden ya kapılarında beklersin; ya da, telefonla alacaksan, adam bulacağım diye göbek çatlatırsın!
İşte senin bulmak için göbek çatlattığın yöneticiyi Milliyet’çi aramazdı.
Dedik ya; kimisi Şansal Büyüka’ya saygısından, kimi de iyi geçinmek için korkusundan, Milliyet’i kendi arardı!
Hani Ahmet Çakar Şansal Büyüka’nın spor camiasında “baron” olduğunu, "herkese korku saldığını" ve "bu sayede gemisini yürüttüğünü" söylüyor ya; işte o özelliğinin geçmişi bu!
Not: Devamı diğer yazıda... (E.B.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder