24 Nisan 2015 Cuma

HINCAL ULUÇ, ŞANSAL BÜYÜKA VE AHMET ÇAKAR ATIŞMALARI... (2)

HINCAL ULUÇ,  ŞANSAL BÜYÜKA VE AHMET ÇAKAR ATIŞMALARI...
İÇİMİZDEKİ "GENÇ" İSLAM ÇUPİ'LERE! (2)


İşte senin bulmak için göbek çatlattığın yöneticiyi Milliyet’çi aramazdı. Dedik ya; kimisi Şansal Büyüka’ya saygısından, kimi de iyi geçinmek için korkusundan, Milliyet’i kendi arardı!
Hani Ahmet Çakar Şansal Büyüka’nın spor camiasında “baron” olduğunu, herkese korku saldığını ve bu sayede gemisini yürüttüğünü söylüyor ya; o özelliğinin geçmişi bu!
Sonra; gene bana dönelim…
Demin ne dedim?
Yahu bir iş yapıyorum ama...
Kalıcı mıyım, geçici miyim bilmiyorum!
Çünkü arkadaşlarımız arasından bile bu mesleğe başlayıp daha 1 ay olmadan pes eden çok adam vardı. Çünkü iş; normal insan işi değil! Aklı başında bir insanın katlanacağı bir iş değil.
Ben inatçı adamım. Tuttuğum bir dalın kopmaması beni çok uyuz eder! Ya dal kopacak; ya da ben!
O yüzden hırsla işime sarılıyorum ya… Hep böyle sansasyonel bir iş denk gelse diye dua ediyorum!
Ben o günlerde de Galatasaraylıydım ve daha 20’li yaşlarımın başında o hayran olduğum Galatasaraylı futbolcular iç içeydim. Ama!
Söz konusu işim olduğunda; “babamın oğlunu bile” tanımayacaktım!
O yüzden de aldığım bir haber, çektiğim bir fotoğraf “Galatasaraylının bile” canını yaksa…
Ben o fotoğrafın, o haberin yayınlanmasından yana tavır alırdım!
Açıkçası bir ömür boyu bu işi yaptım; ama hayatımın tek bir günü bile:
“Galatasaray üzülür… Galatasaraylı üzülür” diye düşünmedim!
Kim bilir; belki de en büyük şansım; o zamanki müdürümün Onur Belge gibi “çok düzgün” bir adam olması.
Onur abiyle çok güzel haberlere imza attık; o bile farkında değildir belki; onun o hallerinden “kendimi yetiştirme anlamında” çok önemli dersler aldım.
Anlayacağınız; gazetecilik temelimi “yamuk” bir adamın yanında da alabilirdim. Gazeteciliği, sahiden, o yamuk adamın öğrettiği de sanabilirdim. Öyle başladın mı bi kere; öyle de giderdin!
Benim prensibim şuydu:
“Ben gazeteciyim kardeşim. Haber neyse onu vermeliyim. ‘O amcamın oğlu, bu benimle aynı takımdan’ dememeliydim.”
İşimi “adam gibi” yapmalıydım.
Yapıyordum da!
O zamanlar da; (bugün de) ben her gün “mutluluk haberi” yazamam! İsterim ki; bir iki gün de o baktığımız takımın futbolcusunu, yönetimini iğneleyelim; hatta yatağından zıplatalım!
İşte asıl öyle olunca gazetecilik bana daha eğlenceli geliyordu.
Ama herkes benimle aynı kafada değildi.
En başta da (Şansal abinin yönettiği) Milliyet Spor Servisi çalışanları!
Gazetecilik bir bıçak sırtında yürümek gibidir. Her yerde öyledir de; özellikle bizim spor camiasında herkes hakkında iyi yazılmasını ister.
O kadar ki; bazen 2 verdiğin yıldızın, 'neden 3 olmadığının bile' hesabını sorarlar!
Halbuki bilmez; “Bana neden 2 yıldız verdin” diyen futbolcunun maçta varlığını bile hissetmemişsin; onun için 2 demişsin… Ama o tipler hep 3 yıldız, hatta varsa 4 yıldız isterler!
Bir de “takımın yıldızları” var…
Yahu arkadaş… Ben de Galatasaraylıyım, ben de o günün (ve her devrin) en büyük golcüsü Tanju Çolak’ın attığı gollerden müthiş mutlu olurdum… Ama benim gazetecilikte ilk papaz olduğum; hatta bugün bile beni görse tüylerinin diken diken olduğunu hissettiğim kişi Tanju Çolak’tır!
Ben Tanju’nun hep hoşuna gidecek şey yazmayı bilmiyor muyum?
Onu yaparsam Tanju’yla “hayat boyu” dost kalabileceğimi bilmiyor muyum?
Ama olmaz!
İlla ki hep mutluluk haberi yazmayacağız ya; idmanın birinden dönmüşüm; Tanju’dan şahane muhabbetler var... Bana konuşmuyor; yanındaki arkadaşlarına anlatıyor... Tanju o zaman bu Hülya Avşar’la aşk yaşıyor; Rıdvan’la (Dilmen) “öksürseler” manşet oluyorlar.
Yazdık tabi…
“Evli” Tanju’nun, Hülya Avşar’la büyük aşk yaşarken, “ekstra bir muhabbetini daha” yazdım!
Sen misin yazan?
Tanju Samsun'da kızkardeşinin düğününde… Allah’tan orada; araç telefonundan gazeteyi arıyor;
“Florya’ya gelmesin; onun ağzını burnunu kıracağım!” diye tehdit ediyor.
Gittim tabi…
Yumruklaşmadık…
Ama bi daha da Tanju’yla asla “hiçbir şey olmamış gibi” yapamadık!
Nasıl olsun?
Etrafındaki tüm gazetecilerin tarzı benim gibi değil ki!
Onlar onu “paso” mutlu etmeye oynuyor; kuş ellerinden kaçar diye ödü patlıyor!
İşte o yıllarda gördüm ki…
Bunu EN ÇOK Milliyet’çiler yapıyor!Bu “haber saklama” işini…
Bu “bilip de yazmama” işini, “arayı hep sıcak tutma” işini hep Milliyet’çiler yapıyor!
Hangi Milliyet’çiler…
Başında Şansal Büyüka gibi bir adamın olduğu gazeteciler!
Şüphesiz o tarz takılmak, muhabirin ya da foto muhabirinin kararı değildi. At sahibine göre kişnerdi.
O zaman o huy; Şansal Büyüka’nın huyu idi!
Onları "öyle yetiştiren"; hep Şansal Büyüka idi!
O yıllarda Milliyet’çilerin “bu tarzı” bana çok itici gelirdi.
Biliyorsan yazacaksın kardeşim!
Onlar sanki gazeteciliğin bu kuralına uymuyor gibiydi.
Onlar hep; basın camiasının “iyi aile çocuğu” olmaya çalışan Kolej çocukları gibi davranıyordu.
E onlar öyle olunca;
“Varoş çocuğu”; “orospu çocuğu” olmak da biz diğer gazete mensuplarına kalıyordu!
Haa; sadece Milliyetçiler mi böyleydi?
Ben o Gazete kapandıktan sonra Hürriyet’e geçtim.
Orada da (şefliğimi yapan) Alaettin Metin vardı mesela...
Bana kızmasın ama; Alaettin abinin meslek hayatının yarısı Ali Şen, yarısı da Aziz Yıldırım’ın “mutluluk haberlerini” yazmakla geçti!
Bana trilyon verin, “sen de böyle ol” deyin; vallahi de billahi de o parayı elimin tersiyle iterim; öyle bir gazeteciliği de yapmam!
Çünkü yapamam!
Ama yapana da kızamıyorsun…
Daha doğrusu kızıyorsun da;
Meslek çok “bıçak sırtı” bir meslek olduğundan, onlara da hak vermeye çalışıyorsun!

Aradan yıllar akıp gidiyordu.
Buraya kadar anlattığım dönemde (özellikle Milliyet’in) “haber yaratma” endişesi yoktu. Olan neyse onu vermek onlara yetiyordu. Ama yeni çıkmış Sabah’ın, yeni çıkmış (benim) Gazete’nin bomba haberlere ihtiyacı vardı. Ancak buna rağmen bu yıllar, sayfa sayılarımızın çok kısıtlı olduğu yıllardı. Malzemenin çok olduğu maç günlerinde sayfalar bize de yetmezdi ama; hafta için habersizlikten kıvrandığımız çok olurdu. İşte o nedenle, her gazeteden muhabir arkadaşımızın o gün yazdığı haberin “satır arasını bile” okurduk! Çünkü o gün ne öğrendiysen; o haber alanına sığdırmaya çalışıyordun. Yani demek istiyorum ki; kalite anlamında "satır aralarının bile" kıymetli olduğu yıllardı.
Sonra Türk basınında bir “devrim” oldu ve geçmişe ait bütün bildiklerini unutmak zorunda kaldın.
Fotospor adında tam 12 sayfalık bir spor gazetesi çıktı.
O yıllar için büyük olaydı.
Çıktı ama…
O kadar bol sayfalı spor gazetesini “eski gazete ciddiyetinde” doldurabilmek epey zor işti!
İşte o günden sonra “şişirme haberler”, “uydurma ve yaratma haberler” peydah oldu!
Benim eski Fotospor’cu arkadaşlar alınacaklar mutlaka…
Ama o gazetenin çıkması; Türk spor basınındaki “inanırlılığın” kaybolmasının "ilk startı" oldu.

Sonra; başka bir devrim daha oldu!
Gelişen teknolojiyle birlikte Türkiye tek kanallı TRT’ye sığamıyordu. Anlayacağınız üzere; bahsettiğim asıl devrim, özel televizyonların kurulmasıydı.
Şimdi konuşmak kolay tabi!
Televizyon öyle garip bir tecrübe ki; o günkü gazetecilerin hepsine yabancı!
O yüzden de kimse gazetesini bırakıp televizyona gitmeye cesaret edemiyor!
Ve yine televizyon öyle garip bir tecrübe ki; kim televizyon yıldızı olabilir, ekranı kim kaldırır, kim kaldıramaz, o günden net bilemiyorsun.
Televizyon için “diksiyonun iyi olacak” denir mesela... Ama o sihirli kutu kalkar bülbül gibi konuşanı değil de; r harfini "yumuşak ge" gibi söyleyen "r özürlüyü" yıldız yapar!
İşte o günlerde; televizyonlar, onca denemeden sonra Şansal Büyüka’nın kapısını çaldı.
Öyle bir ses getirmişti ki o teklif; Şansal Büyüka’nın bile riske gir(e)meyeceğini, Milliyet’te keyfine bakacağı iddia ediliyordu.
Benim şahsi fikrim;
Şansal Büyüka’dan televizyoncu olmazdı!
Televizyon başkalarının işi olmalıydı; biz “gazeteci” idik; “o zaman biz gazeteleri yapmalıyız” diyordum.
Bunu düşünürken Şansal Büyüka’yı gazeteciliğe daha mı yakıştırıyordum; bilmiyorum.
Hoş; hakkında fikir bile yürütüyordum ama…
Ben o güne kadar muhabir ve foto muhabirlerinin “Allah gibi korktuğu” o dev cüsseli adamı hiç görmemiştim! (Bir gün elbet tanışacaktık!)

Şansal abi çoook düşündükten sonra Kanal 6’ya gitti; o yılların en iyi kadrolu ekiplerini kuran Kanal 6’ya…
Öyle bir kadro olmuşlardı ki; bi dönem magazin de, haber de, spor da her şey Kanal 6’dan soruluyordu!

Biz gene dönelim Milliyet Spor Servisi’ne…
Şansal abi gittikten sonra Milliyet elbette ki “eski Milliyet” olmayacaktı!
Onun yerine gelen İhsan abi de (Topaloğlu) belki iyi gazeteciydi ama; hangi yardımcı Şansal Büyüka’nın yanında güven verebilirdi ki?
Haliyle İhsan Topaloğlu gelince Milliyet Spor Servisi önceleri bir bocalama yaşadı. Ama dedim ya; Milliyet daha çok siyasi yönüyle ün yapan bir gazeteydi. O yüzden orada sistem zaten kurulmuştu. Şansal Büyüka’dan sonra o koltuğa kimi koyarsan koy; oradaki müdürlük koltuğu, seni “olduğundan büyük” gösterirdi!
İhsan Topaloğlu zaman içinde koltuğu doldurmaya başlamıştı. Ama pat diye bir bomba patladı! Dediler ki:
“Milliyet Spor’u içeri alacaklar!”
Ulan olur mu?
Gazetedekiler ayaklandı; halktan bile tepki vardı!
Ama patron da kararlıydı.
Eskiden vapura bindiğiniz zaman, karşınızda ana sayfayı okuyan adam sayesinde 20 dakikalık vapur yolculuğunda o gün sporda ne oldu; hepsini Milliyet’in arkasındaki (!) spor sayfasından okuyabiliyordunuz.
Lakin artık okuyamayacaktınız!
Bize neyse (!); o konu hakkında biz bile çok kafa patlatmıştık. Bunu İhsan Topaloğlu’nun “zayıf” bir müdür olmasına bağlamıştık!
Ancak;
Size şunu temin edebilirim.
Bu Şansal abi o gün o kadar güçlü bir spor müdürüydü ki;
Şayet o gün Milliyet’in spor servisinin başında Şansal Büyüka olsaydı, Milliyet’in patronu spor sayfalarını arka kapaktan içeriye alamazdı!

Şimdi "nasıl bir adamdan" bahsettiğimi sanırım anlamışsınızdır!
Patron kiiiim; (gazetenin bir müdürü de olsa) Şansal Büyüka kim?
Ama kazın ayağı ( o yıllarda) öyle değildi işte!
Ahmet Çakar haklı!
Şansal Büyüka daha o günlerden "Türk medyasının baronu" idi...
Ama var ya; ona 'baron'luk çok yakışıyordu! (Devamı diğer bölümde)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder